Enron şirketinin iflası ile ortaya çıkan olaylar zincirine iki açıdan bakabiliriz: Bunlardan ilki Enron şirketine odaklanmaktır. Bu şirket kısa zaman içinde inanılması güç bir büyüme göstermiş, ama işlerin kağıt üzerinde görünümü gerçektekinden epeyce farklıymış. Çeşitli muhasebe oyunları ile şirketin gerçek durumu kamuoyundan saklanmış. Bu tür bir kısmı da suç oluşturduğu söylenen eylemler sonucunda şirketin çalışanları, hisse senetlerini alanlar ve hatta şirkete kredi açanlar büyük zararlara uğramış.
Şirket yöneticilerinin suç işledikleri izlenimini veren eylemleri listesine her gün yenileri bulunup ekleniyor. Bütün bunların üzerine bir de Enron şirketinin kurduğu siyasal ilişkiler var. Bunlar Texas eyaletinden başlıyor, Washington’u içerdikten sonra uzaklara Hindistan’a kadar uzanıyor. Bütün bu olup bitenler insana, sanki düşgücü güçlü bir yazarın kaleme aldığı heyecanlı, gizem dolu bir polisiye roman okuyormuş hissini veriyor…
Bu olaya bakmanın ikinci yolu ise Enron şirketine değil, sisteme odaklanmaktır. Enron halka açık bir şirket, yani hisse senetleri borsada alınıp satılıyor. Öyle ufak tefek bir şirket de değil. Buna rağmen sistem böyle bir şirketin uzunca süre kamu oyunu yanıltmasını ve üçüncü kişilerin büyük zararlara uğramasını engelleyemedi. Bu amaçla oluşturulan kurumların (muhasebe şirketleri, dış denetim kurumları vs.) sorumluluklarını yerine getirmediği görülüyor. Başka bir deyişle Enron olayı, açgözlü ve suç işlemekten çekinmeyen birkaç insanın bir şirkette buluşmuş olmasının öyküsü olmaktan daha çok sistemin beklendiği gibi çalışmayabileceğini gösterdiği için önemli.
Şu anda dünya basınında ilk bakış açısının hakim olduğu görülüyor. Ancak bu olayın uzun vadeli etkileri üzerinde düşünüldüğünde ikinci açıdan bakmak daha büyük önem kazanıyor. Eğer Enron’a odaklanmakla yetinirsek, sonuçta bu olaylara karışanlar mahkeme önüne çıkarılıp cezalandırıldıkları zaman öykü sona ermiş olacak. Olsa olsa cezanın işlenen suçla orantılı olup olmadığı, herkesin cezalandırılıp cezalandırılmadığı gibi sorular kalır geriye… Ama bununla yetinilir, olayın sistemik boyutu üzerinde durulmazsa ileride benzer bir başka olayla karşılaşılması olasılığı hiç de küçümsenmeyecek kadar yüksektir.
Kanımca olayın sistemik yönü üzerinde durmak sadece Amerikalılar için değil, bizim için de önemli. ABD’nin bu tür suç işleyebilecekleri tekelinde topladığı düşünülemeyeceği gibi, ABD’deki sistemin, bu tür olayları ortaya çıkarıp cezalandırmak açısından, görece pek çok ülkedekinden daha başarılı olduğunu da unutmamak gerekir. Özetle ne dünyanın bütün sahtekârları Amerika’da toplanmış durumda, ne de Amerika’da bu tür olayları engellemeye yönelik sistemik düzenlemeler diğer ülkelerin gerisinde. Orada olduysa her yerde, ve Türkiye’de de, bu tür olaylar olabilir. Dolayısıyla sistemik aksamaların nerelerden kaynaklandığını ortaya koymak ve gerekli önlemleri almak için bir an önce çalışmaya başlamak gerekir.
I. Piyasa mekanizması ve bilgi
Piyasa mekanizması çok basit bir ilke üzerine kuruludur. O da kişilerin piyasaya alıcı ya da satıcı olarak katılmaları için gerekli olan tüm bilgiyle donanmış olmalarıdır. Bu ilkede dikkat edilmesi gereken iki boyut var:
1) Piyasa sisteminde, oyuncuların birer bilge olmaları, her şeyi bilmeleri gerekmemektedir. Mühim olan “gerekli olan bilginin” piyasa oyuncularının elinde olmasıdır. Sabun almak için bakkala giden bir hanımın bakkalın kayınvalidesinin kim olduğunu bilmesi gerekmediği gibi, bakkalın bankadan aldığı krediye ödediği faiz oranından da haberdar olması gerekmez. Bilmesi gereken, aradığı sabunun fiyatı, ve tabiatıyla aynı sabunun başka yerlerdeki satış fiyatından ibarettir. Daha karmaşık bir alış veriş işlemi düşünüldüğünde tarafların edinmesi gereken bilgi miktarı artar. Sözgelimi bir şirketi satın almak isteyen bir kişi için, şirketin durumunu etraflı olarak bilmek önem taşır. Bu bağlamda bu kişinin şirketin borçlarının ne kadar olduğunu, bunlara ödenen faizin ne olduğunu bilmesi gerekir. Öte yandan bu kişinin şirketin mevcut sahiplerinin güvenilir olup olmadığı, şirket çalışanlarının nitelikleri gibi bilgileri temin etmeye çalışması da doğaldır.
Böyle bir kişi şirketin satış fiyatını öğrenmekle yetinemez. Bu kişinin bilgi gereksinimi, sabun alan hanımdan daha fazladır. Ama bu yine de herşeyin bilinmesi gerektiği anlamına gelmez. Örneğin bir şirketi satın almak isteyen için muhatap olduğu yönetim kurulu başkanının Mahler’in müziğini sevip sevmediği önem taşımaz…
2) Piyasa sisteminin çalışması için oyuncuların eline geçen bilginin doğru olması gerekir. Bilgi doğru olmadığında alınan kararlar yanlış olacak, bundan kararı alan piyasa oyuncusu zarara uğrayacaktır.
İşte piyasa mekanizması denildiğinde alış verişin gerçekleşmesi için gerekli olan bu bilgi sorunlarını çözecek kurumlar, kurallar ve değişimin kendisinden oluşan bir bütün anlaşılır. Görüldüğü gibi değişim olgusu piyasa mekanizmasının unsurlarından sadece birisidir. Değişim oldu diye piyasa mekanizması var diyemeyiz. Piyasa mekanizmasının çalışmasından söz edebilmek için tüm kurumların çalıştığının ve tüm kurallara uyulduğunun gösterilmesi gerekir.
Eğer iddialar doğruysa, Enron olayında bu temel noktalarda ciddi aksamalar olduğu görünüyor. Bir kere Enron şirketi, ABD yasalarına göre yapması gerektiği halde, bazı bilgileri kamuoyuna açıklamıyor. Dolayısıyla ilk koşul sağlanmamış durumda… İkinci olarak da muhasebe oyunları yapıyor, şirketin durumunu farklı bir biçimde göstererek kamuoyunu yanıltıyor… İkinci koşulu da ihlal etmiş oluyor. Özetle Enron şirketinin yaptığı iddia edilen eylemler piyasa mekanizmasının işlemesini engelleyici nitelikte…
Peki piyasa mekanizması bu tür eylemlere karşı korumasız mı? Hayır, yukarıda sözünü ettiğim kurumlar ve kurallar (yasal ya da ahlâksal) piyasa mekanizmasının çalışmasını sağlamak, kötüye kullanımları engellemek için tasarlanmıştır. Ama Enron olayında bu kurumlar ve kurallar çalışmadı, ya da ancak iş işten geçince göstermelik olarak çalıştı.
II. Enron olayında işlevlerini yerine getirmeyen kurumlar
Enron olayı bağlamında yukarıda söylenenleri somuta indirgeyelim. Hangi kurumların ne yapması bekleniyordu, ne oldu? Neler aksadı?
1) Dış denetim şirketleri: ABD’de halka açık şirketlerin durumlarının dış denetim kuruluşları tarafından değerlendirilmesi zorunludur. Bir dış denetim kuruluşu, şirketin muhasebe kayıtlarını etraflı bir biçimde incelemek ve bunların şirketin durumunu doğru yansıtıp yansıtmadığını ortaya koymak ile yükümlüdür. Dikkat edilirse, sistem şirketlerin kendi muhasebe bölümlerinin kayıtlarını yeterli bulmamakta ve bu kayıtların şirket dışından, “tarafsız” uzmanların denetiminden geçmesi zorunluluğunu getirmektedir.
Enron olayında bu mekanizma çalışmamış görünmektedir. Gerçi Enron, muhasebe kayıtlarını Arthur Andersen adlı “saygın” bir dış denetim kuruluşuna denetlettirmiştir. Ama bu kuruluş, nedense, şimdi ortaya çıkan muhasebe oyunlarının hiç birisini yakalayamamıştır.
Arthur Andersen firmasının bu konudaki savunması “Enron şirketinin onlara da yalan söylediği” biçimindedir. Ama dış denetim şirketinin zaten görevi kayıtların doğru olup olmadığını araştırmak değil midir? Şirketin bütün kayıtlarının gerçeği yansıtacak biçimde, yasalara uygun olduğu varsayımı altında mı denetim yapmışlardır?
Şu sıralarda moda olan deyimle Arthur Andersen firmasının böyle bir gevşek denetim (lax auditing) yapmış olmasının nedeni ne olabilir? Acaba bu olay istisnai midir? Öyle görünmüyor. Yakınlarda Arthur Andersen firması Sunbeam ve Western Waste Management firmaları bağlamında da gevşek denetim yapmak ile suçlanmıştı. Bu olay Arthur Andersen firmasıyla mı sınırlı? Hayır, diğer dış denetim firmalarıyla (örneğin Ernst & Young ve PriceWaterhouse Coopers) ilgili olarak da benzer iddialar var.
O zaman sistemde bu tür sorunlara yol açabilecek unsurlar olup olmadığına bakmak gerekiyor. Önce şuradan başlayalım. Dış denetim şirketleri bu görevlerini yapmak için yüklüce ücret alıyorlar. Bu ücreti ise denetlenen firma ödüyor. Bu durumda şu soru akla geliyor: Dış denetim şirketini kendisine sunulan bilgileri deşip, bir uygunsuzluk var mı diye araştırmasını derinleştirmesi için bir özendirme (incentive) var mı? Bu soruya olumlu yanıt vermek zor gibi. Tam tersine, dış denetim şirketi denetlediği şirketle iyi geçinirse sözleşmesini uzatıp gelecekteki kazançlarını güvence altına alabilir. Bu kaygı da dış denetim şirketini pekala gevşek denetim yapmaya yöneltebilir.
Ama iş burada da bitmiyor. Anderson aynı zamanda Enron şirketinin danışmanlığını da yapıyor ve burada da yüklüce bir kazanç sağlıyormuş. Yasalar bunu engellemiyor. Ama bu durumda bir çıkar çatışması olduğu da açık. Bir firmaya iş stratejisini nasıl oluşturması gerektiği konusunda danışmalık yapan bir kuruluşun “sanki dışarıdanmış gibi” tam bir tarafsızlıkla aynı firmayı denetleyebileceği savı pek inandırıcı gelmiyor.
Başkan Clinton zamanında SEC’in (Securities Exchange Commission: ABD’de bizdeki Sermaye Piyasası Kurulu’na karşılık gelen kuruluş) başkanı olan Arthur Levitt’e de bu durum ters gelmiş. Dış denetim şirketlerinin danışmanlık faaliyetlerini kısıtlamak için harekete geçmiş. Onun bu girişimine şiddetle karşı çıkan bir hukukçu var. Adı Harvey Pitt. Bu türlü bir girişimin muhasebeciliğin kendini düzenleyici (self-regulation) niteliğini bozacağını iddia ederek mücadeleye başlamış. Tesadüf diyeceksiniz ama, Harvey Pitt’in avukatlık bürosu büyük dış denetim şirketlerinin, bu arada da Arthur Andersen’in, çeşitli davalarda savunmasını üstleniyormuş…
Sonucu merak ediyor musunuz? Harvey Pitt, Başkan George Bush tarafından Arthur Levitt’in yerine SEC başkanlığına atandı!!!
2) Düzenleyici yetkeler: Piyasa sisteminin sağlıklı çalışabilmesi için kuralların olması ve bunlara uyumun sağlanması gerektiğini belirtmiştim. Bu konu son 25 yılda epeyce tartışıldı. Özellikle ABD’de hakim olan görüş, yasal düzenlemeler yoluyla getirilen bu tür kuralların gereksiz bir biçimde piyasa oyuncularını kısıtladığı, bunların azaltılması gerektiği biçiminde ortaya çıktı. Bu görüşe göre piyasa güçleri hatalı oyuncuları devletten çok daha çabuk ve etkin bir biçimde disiplin altına alabilmekte ve cezalandırabilmektedir.
Burada dikkat edilmesi gereken bir nokta var. Düzenlemelerden arındırmanın (deregulation), gereksiz kısıtları mı ortadan kaldırdığı, yoksa piyasa mekanizmasının başıboş bir biçimde işlemesine mi yol açtığı kolayca karar verilebilecek bir konu değildir. Bu nedenle de düzenlemeden arındırma çalışmalarının çok büyük bir dikkatle yapılması gerekmektedir. Oysa ABD’de son zamanlarda “her türlü düzenleme kötüdür” görüşü hakim olmaya başlamıştır. Bu bağlamda alınan kararlara bakıldığında da, ABD’de düzenleme sorununa tüm farklı çıkarları gözetecek bir değerlendirme ile yaklaşıldığı izlenimi doğmamaktadır.
Bir örnek olmak üzere enerji kesimini ele alalım. ABD’de bu konuyla ilgili düzenleyici yetke FTC (Federal Trade Commission). Bu kuruluşun başkanı olan Wendy Gramm enerjide serbest piyasalara geçiş için çok uğraşmış ve düzenlemeleri bu yönde değiştirmiş bir kişi. FTC’de görevi sona erince Enron’un yönetim kuruluna “bağımsız üye” sıfatıyla katılmış! Bir nokta daha var. Kocası Phil Gramm da ABD senatörü. O da Senato’da bu konuda çok aktifmiş. Enron şirketi de Wendy Graham’ın kurduğu araştırma merkezine mali destek vermeyi ihmal etmemiş…
3) Şirket yönetimi: ABD’de şirketlerin yönetim kurullarında dışarıdan üyeler atanmaktadır. Bu üyelerin görevleri, şirketin işleyişini tarafsız bir gözle değerlendirmek ve kararların şirketin çıkarı doğrultusunda ve mevcut kurallara uygun olarak alınmasını sağlamaktır. Ancak, uygulamanın bu yönde olduğunu söylemek çok güç. Daha çok gözlenen bu dışarıdan yönetim kurulu üyelerinin, şirkete geçmişte sağladıkları bir hizmet karşılığında ödüllendirilmek üzere bu makamlara getirilmeleri üstelik kendilerine bol kazançlı danışmanlıklar da verilmesi yönünde…Böyle olunca şirketlerin yönetim kurulunun beklenen işlevlerini yerine getirmemesi olasılığı artıyor.
Bir örnek vereyim. Enron şirketinin ABD dışındaki en büyük yatırımı Hindistan’da Maharashtra eyaletindeki Dhabol enerji projesi. Bu proje aynı zamanda Hindistan’daki en büyük yabancı yatırım. Proje 3 milyar ABD $ büyüklüğünde. Bu konu, ayrıca incelenmesi gereken büyük bir skandala yol açtı. Hindistan’la Enron şirketi arasındaki anlaşmazlığa ABD’nin o zamanki Hindistan Büyükelçisi Frank Wisner de katıldı. Projenin Hindistan hükümeti tarafından kabul edilmesi için bütün gücünü kullanarak baskı yaptı ve sonunda bunu başardı. Sonra Frank Wisner, dışişleri bakanlığından emekli olup ayrıldı. Enron şirketi de onu yönetim kurulu üyesi yaptı!
4) Bankalar: Piyasa mekanizmasının çalışmasında bankaların en önemli rolü, sanıldığından farklı olarak, mali kaynakların aktarılması değil, bu aktarım kararının verilmesine yol açan bilgi toplama ve iletme işlevidir. Bankaların bu bağlamda şirketlerin çabalarını eleştirel bir gözle değerlendirmeleri, olumlu görmedikleri gelişmeleri saptadıklarında davranışlarını buna göre ayarlayarak (firmayı daha riskli bulduklarını ima edecek biçimde kredi faizini yükseltmek ya da gerekirse kredi vermemek gibi) şirketlerin davranışlarını denetlemeleri beklenir.
Ancak, bankaların giderek daha çok kısa dönemli kazançlarıyla ilgilenmeleri bu işlevlerinin önemini yitirmesine yol açan bir gelişimi başlattı. Bankalar açısından şirketin sağlıklı yolda ilerleyip ilerlemediğinden çok, kısa vadede onunla kârlı iş yapabilmek önem kazanmaya başladı. Böyle olunca da bankalar kendilerinden beklenen bu uyarı işlevini yerine getirmemeye başladılar.
Enron olayında da böyle bir boyut var. JP Morgan Chase ve Citigroup Enron’a milyarlarca ABD$ kaynak aktardılar. Üstelik işler karıştığında Enron’u uyarıp daha dürüst yönetim yapılmasını isteyeceklerine, açtıkları kredileri kurtarabilmek umuduyla yeni kaynak vermeye de devam ettiler. Üstelik derecelendirme şirketlerini de etkileyip Enron’un notunu kırmamalarını sağlamaya kadar işi vardırdılar. Bir iddiaya göre iki yatırım bankasının üst düzey yöneticileri 9 Kasım 2001’de Moody’s ile temas kurdular. Bu baskılar sonunda Moody’s sadece Enron’un uzun dönemli borçlanma derecesini düşürmekle yetindi.
Bir başka iddiaya göre ise, şu anda Citigroup’da olan eski ABD Hazine Müsteşarı Robert Rubin Hazine Müsteşarlığını arayıp derecelendirme kuruluşları üzerindeki nüfuzlarını kullanarak Enron’un derece notunu kırmamalarını sağlamaya çalışmış…
5) Derecelendirme kuruluşları: Bu kuruluşların temel görevi şirketlerin durumunu değerlendirmek ve bu değerlendirmelerini yatırımcılara sunarak onların doğru tercih yapmalarını sağlamaktır. Oysa Enron olayında bu derecelendirme kuruluşlarının bu uyarı görevlerini yerine getirmediği açıkça görülüyor.
Elimde Goldman Sachs’ın 9 Ekim 2001 tarihinde yayınladığı Enron şirketine ilişkin bir rapor var. Yani şirketin iflasını istemesinden iki ay önce. Rapor hem Enron’u yere göğe koyamıyor, hem de o sıralarda yoğunlaştığı anlaşılan Enron hakkındaki iddıaların da doğru olmadığına ilişkin görüşlerine uzun uzun yer veriyor. Tabii herkes yanılabilir. Goldman Sachs da… Ama olayın bir başka boyutu daha var. Goldman Sachs Enron’a sunduğu üstlenim (underwriting) hizmeti karşılığında 69 milyon ABD$ gelir elde etmiş. Enron’un bu amaçla en fazla ücret ödediği kuruluş…
Derecelendirme kuruluşlarının Enron’u yatırım yapılabilir şirket listesinde çıkarmaları ise şirketin iflasını isteme tarihinden kısa bir süre önce; 28 Kasım 2001’de… Bu durumda da haklı olarak Amerikan yetkilileri bu kuruluşlara Enron tarafından baskı yapılıp yapılmadığını araştırıyorlar. Aksi halde bu anlı şanlı kuruluşların (Moody’s, Standard & Poors ve Fitch gibi) bu işi becerebilecek yetenekten yoksun oldukları sonucuna varmak gerekecek… Olay son derece ciddi. Çünkü bu derecelendirme kuruluşları tüm şirketleri değerlendiriyor, onlar hakkında kamuoyunun fikir edinmesini sağlıyorlar. Sadece bu kadar da değil. Ülkeleri de değerlendiriyorlar…
Ne taraftan bakarsanız bakın sistemik bir sorun var. Ya bu derecelendirme kuruluşları şirketleri (ve ülkeleri) değerlendirecek beceriden yoksunlar ya da kendi çıkarlarına uymadığında gerçekleri görmezlikten gelebiliyorlar. Her iki durumda da yatırımcılar yanıltılmış oluyor. Piyasa kaynakları yanlış dağıtmış oluyor.
Sonuç
Enron olayında aksayanlar bundan ibaret değil. Arthur Andersen gibi bir kuruluşun Enron’da belgelerin imha edilmesine ortak olması başlı başına bir skandal. Enron çalışanlarının emeklilik paralarının Enron hisselerine yatırılması, ancak bu hisselerin değeri tepe aşağı giderken ve onların bu hisseleri satmaları engellenirken yönetim kurulu üyelerinin hisseleri satmasını savunmak olanaksız. Mevzuata uygun olsa bile… Bütün bu ortaya çıkanlara bakıldığında Enron’un dev bir finans şirketi gibi çalıştığı ortaya çıkıyor. Ama banka ya da aracı kurum olmadığı için denetim dışında. Mali sistemde bazı kurumların denetlenip diğerlerinin denetlenmediği bir yapı acayip değil mi?
Görünen o ki, piyasa mekanizmasının sağlıklı çalışması için gerekli olan temel kurumlar bu olayda işlevlerini yerine getirememişler. Üstelik bu duruma yol açan etmenler sistemik nitelik taşımakta…
Bu durumda piyasa mekanizmasının kurumları üzerinde durmak ve bir “yeniden yapılanmaya” gitmek gereği ortaya çıkmaktadır. Bu süreçte ise yasal düzenlemeler yapılması gerekli görünmektedir. Yani olayın siyasal düzeyde çözülmesi gereken önemli boyutları vardır. Enron şirketinin kurduğu siyasal ilişkiler ve bunları kullanış biçimi göz önüne alındığında siyasal düzeyde bu olayın yantutmaz bir biçimde ele alınabileceği konusunda da sorular doğmaktadır. Bu da başta siyasal kampanyalara şirketlerin mali katkıları olmak üzere pek çok konuya ele atılması gereğini gündeme getirmektedir.
Bütün bu olayın belki tek iyi tarafı, bütün bu sorunları çok açık bir biçimde kamuoyunun gözleri önüne sermesi oldu. Artık olayın üzerini örtmek o kadar kolay değil. Bu nedenle piyasa mekanizmasının sağlıklı işleyebilmesi için gerekli kuralların neler olduğu ve bu kurallara uyulmasını sağlamaktan sorumlu kuruluşların nasıl davranması gerektiğine ilişkin ciddi bazı düzenlemeleri yapılmaya başlanacağını bekleyebiliriz. Bu yönde ilk işaretler görülmeye başlandı bile. ABD’de artık nelerin değişmesi gerektiği tartışılıyor. SEC başta olmak üzere düzenleyici yetkeler mevzuat değişiklikleri üzerinde çalışmaya başladılar, yasa önerileri de hazırlanmaya başladı.
Enron şirketi eylemleriyle, çok yakınlık duyup her fırsatta savunulması için mali destek verdiği “Ortodoks Piyasacı” görüşüne en büyük darbeyi vurmuş oldu…
“Böyle dost düşman başına” derler ya…
Dipnot
Bu yazıyı hazırlarken hem görüşlerini benimle paylaşarak, hem de bu konuda çıkan yazıları göndererek büyük destek veren Pennsylvania Üniversitesi Wharton Finans Okulu öğretim üyesi Prof. Jamshed Ghandhi’ye teşekkür borçluyum. Bu yazıyı, büyük ölçüde, onun tavsiyeleri doğrultusunda biçimlendirdim. Tabiatıyla hata ve eksikliklerin sorumluluğu tümüyle bana aittir.
KAYNAKLAR
Altman, Daniel: How Citigroup Hedged Bets Against Enron, TheNew York Times, 8 February 2002.
Bidawi, Praful: Trashed at Home, Enron Takes It Out on India, Asia Times, 7 February 2002.
Atkinson, Caroline: America’s Crony Capitalism, Financial Times, 5 February 2002.
Glater, Jonathan D. : Doubts on Changes Announced by Big Five, The New York Times, 7 February 2002.
Greider, William: Crime in The Suites, The Nation, 4 February 2002.
Leonhardt, David: How Will Washington Read the Signs, The New York Times, 10 February 2002.
Morgenson, Gretchen: Two Proposed Routes to Limit Stock Conflicts of Interest, The New York Times, 7 February 2002.
POCLAD: State Officials Should Seize Enron’s Assets, Press Release, 5 February, 2002.
Roy, Arundhati: Shall We Leave It to the Experts, The Nation, 18 February 2002.
Teather, David: Wall Street’s Message is Trust No One, The Guardian, 7 February 2002.
Wyatt, Edward: Credit Agencies Waited Months to Voice Doubt About Enron, The New York Times, 8 February 2002.